Dağ düşkünlerinin mutlaka görmesi gereken bir
ülke; SLOVENYA.
“Dağlar;
ruhumu dinlendiren, nefesimi kesen, içimi sevgi ve minnetle dolduran parça…”
2015 yılından asla unutmayacağım bir gezi. Keyifle bir su
gibi hızlı okumanız dileğimle.
24-27 Temmuz 2015
Beni yakından tanıyanlar bilir spor, dağ, doğa ve kitap
düşkünü bendeniz ÜÇGEzgin grubuyla 2 senedir dağ, taş, bayır ova demeden
yürüyorum. Ekibin bir parçası olmak, yeni yerleri genç ruhumuzla keşfetmek çok
güzel ve yeni hedefimiz Slovenya dağları.
Ekibimiz 12 kişiyle gece yarısı yolculuğundan sonra Bursa’dan
İstanbul Atatürk Havalimanı’na vardı. Keyifli bir yolculuktan sonra Slovenya’nın başkenti Ljubljana Havaalanı’na indik. Bizleri karşılayan
babamın değerli arkadaşı Mladen Grandsk ve oğlu kalacağımız kamp bölgesini birazcık
anlattıktan sonra arabalarla oraya ulaşmamızı sağladı.
Zlatorog
Kamp alanı Triglav National
Park’ın koruması altında olan ve Bohinj
gölünün etrafına kurulan, her sabah çadırlarınızdan veya karavanlarınızdan
çıkıp eşsiz bir manzaraya baktığınız Sloven dağlarının eteklerinde. Hemen
isminin anlamını soruyorum, öğreniyorum ki, Zlatorog ismi Slovenlerin mistik
geyiği olarak mitolojide yer edinmiş ve kampın ismi de buradan geliyor. Kalan
tüm misafirlerin gölü rahatlıkla kullanabileceği çok sıcak ve tatlı bir suyu
var. 750 kişilik kapasitesiyle yerli ve yabancı turistlerin severek tercih etti
bir alan. Ayrıca hayvanlarınızla da gelmeniz mümkün. Tarçın’ı (Tarçın Russell),
yanımıza alamadığımız için çok üzülsek de bir dahakine onsuz gitmeyeceğimi
görmüş oldum.
İlk günün yorgunluğu hemen kendini hissettirince
çadırlarımızı ıslak olmayan bir yere kurup dinlenmek üzere göl kenarına
uzandık. Bu arada biz çadırlarımızı yanımızda getirmedik çünkü kampta temiz ve hazır
çadırlar kiralanabiliyordu. Az bir ücret karşılığında çadırlarımızı kiraladık
sadece yanınızda mat ve tulum getirmelisiniz yoksa gece soğuk havadan hasta
olma riskiniz var.
Göl kenarında o kadar eşsiz bir manzaraya bakıyordum ki
gözlerimin içinde bu kadar huzur yoktu daha önce eminim. Fotoğrafların hiçbirinde
herhangi bir oynama yok, siz de ne kadar güzel olduğunu görüyorsunuz zaten.
Bana hak vermemek mümkün mü ?
Akşam yemeği için yanımıza getirdiğimiz konserveleri ortada
birleştirip hep birlikte afiyetle yiyiyoruz ve Türk çayımızı tabiiki de
yanımızda getirdiğimiz için gölün güzel manzarasına bakarak zevkle
yudumluyoruz.
Sabah hafif nemli ve yağmurlu bir hava karşılıyor bizi. Mladen’in
bize hazırlamış olduğu yürüyüş programına uyarak hazırlanıyor ve Bled Kalesi’ni görmek için yola çıkıyoruz. Gölün kıyısında göl yüzeyinden 140 metre yükseklikte, sarp bir kayalığın üzerinde Bled kalesi var. Manzarası da heybeti de muhteşem. İçeride Bled Kalesinin Müzesi var. Çeşitli anlatımlar ve hediyelik eşyalarla bir de minik cafesiyle turistleri bekliyor.
Kalenin tepesinden panaromik bir şekilde Slovenya topraklarını görüyoruz. Gölün ortasında küçük bir ada ve ada üzerinde eski bir pagan tapınağının yerine kurulmuş St. Maria Kilisesi var. Burada hemen devreye Google giriyor ve öğreniyorum ki 15.yydan kalma ve hikayeye göre yeni evlenen erkekler adadaki kiliseye çıkan 99 merdiveni eşlerini kucaklarından düşürmeden tamamlayabilirse mutlu bir evlilikleri olurmuş. Anlatması benden, inanması sizden olsun.
Kalenin tepesinden panaromik bir şekilde Slovenya topraklarını görüyoruz. Gölün ortasında küçük bir ada ve ada üzerinde eski bir pagan tapınağının yerine kurulmuş St. Maria Kilisesi var. Burada hemen devreye Google giriyor ve öğreniyorum ki 15.yydan kalma ve hikayeye göre yeni evlenen erkekler adadaki kiliseye çıkan 99 merdiveni eşlerini kucaklarından düşürmeden tamamlayabilirse mutlu bir evlilikleri olurmuş. Anlatması benden, inanması sizden olsun.
Daha sonra Slap Savica-Savica
Waterfall-Savica Şelalesi’ne adım adım ilerliyoruz ve doğa harikası bir yer
daha görüyoruz. Hava dünkü gibi güneşli olmasa da biz yine de heyecanlı ve
tutku doluyuz.
Rota Vintgar adı verilen ortasından dere geçen derin bir
vadi. Su şırıl şırıl ninni gibi akıp giderken yanımızdan sis bastırıyor ama
yine de güzelliği kapayamıyor.
Keyifli gezimizi Mladen'nin
sürpriz fikriyle daha da güzelleştiriyoruz. Bizi Polento
Sankanje’ye
götürüyor. Burası tepeye telesiyejle çıktığınız, aşağıya da bindiğiniz küçük
arabalarla kayarak indiğiniz bir yer. O kadar eğlenceli bir kayış ki hızınızı
aldınız mı Bled gölüne bakarak aşağıya 1 dk bile olmadan inebiliyorsunuz.
Günlük turların içine katılabilen 1 saatlik bir eğlence türü. Sonrasında
mutlaka dinlenin ve çimenlerde bizim gibi poz verin J
Ertesi gün artık Triglav
dağlarının bir kısmına tırmanma vakti geliyor. Önce kaya tırmanışı var
sırada. Hayatımdaki ilk riskli yürüyüşlerimi burada yaşadım. Kaya tırmanışında
çok ekipmana gerek duymadık ama çok sert geçişler vardı ve çok dik olduğu için
nefesimizi ve tansiyonumuzu sürekli kontrol etmemiz gerekiyordu. Tepeye ulaşmadan verdiğimiz sadece 3 dakikalık
molalarda fotoğrafladım bu manzaraları. Bol nefes alarak Karagöl’e ulaştık.
Kayanın altında yanımızda getirdiğimiz konserveleri açıp, yemeğimizi afiyetle yedik
ve Türk bayrağını gururla dalgalandırdık.
Yarım saatlik bir dinlenmeden sonra yine kocaman bir orman
içinde buluyorum kendimi. Kuş sesleri, botların hafifliği, kıyafetlerin
serinliği, havanın çiselemesiyle huzur doluyorum. Bir süre sonra sis bastırıyor
epeyce ve bir kulübeye sığınmak zorunda kalıyoruz. İçeride iki yaşlı çift bize
Sloven çayı ikram ediyor. İçinde ıhlamur, nane, yeşil çay ve onlara özgü ne
ararsan var. Sloven rakısı’ndan da tatmadan kulübeden ayrılmıyoruz. Fotoğraf
çektirmeyi de ihmal etmeyen biz, çiseleyen yağmurun hızlanmasıyla yürüyüşümüzü
de hızlandırıyoruz.
Bu sefer daha dik bir iniş ve 1 saat sonra bir kulübe daha karşımızda. Bu kulübeler dağcılar için belli aralıklarla oluşturulmuş dinlenme alanları aslında. Uzaktan bir çiftliği andırıyor derken Slovenya’nın ineklerini de görmüş oluyoruz. İçeride güzel bir tat olan Jabolcni Zavitek- Apfel Strudel- Apple Pie- Elmalı Turta yiyiyoruz, hele taze inek sütüyle bambaşka bir tada bürünüyor. Üzerinde beyaz olanın tadı süte benziyor ama yoğurt diye yediriyorlar, tadını da bozmadığı için damak zevkimizle uyumlu. Yarım saatlik dinlenmeden sonra dönüş yolunda olduğumuz için hızlı ve dikkatli bir inişle günü kapıyoruz.
Slovenya’dan ayrılmadan önce görülmesi gereken yerlere bir
yenisini daha ekliyor Mladen ve bizi önce nefes kesen Korita Mostnice kanyonu’na götürüyor.
Oradan da Skocjanske Jame-Slovenya Mağarası’na gidiyoruz. 6 km uzunluğunda dünyanın UNESCO tarafından korunmaya alınmış mağaralarından. İçeriye telefon alınmıyor alınsa da fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Büyük bir grupla rehber eşliğinde tek sıra halinde geziyoruz. Zaten geçilecek kısımlar o kadar dar ki yanyana yürümek mümkün değil. Mağara içindeyken ses ekosunu anlamamız için rehber İngilizce şarkı söylemek isteyen var mı diye soruyor ama kimse sesine güvenmiyor derken sevgili babam birden türkü söylemeye başlıyor ve turistlerin ilgisini çekiyor. Ses o kadar güzel ki mağara içi operaya dönüşüyor birden. Keyifli dinletiden sonra yolumuza devam ediyoruz, çıkışa az kaldı J
6 km. bitti ve aydınlığa ulaştık, fotoğraflarımızı çekmeyi
ihmal etmedik ve mağara girişine ulaşmak için yürüdüğümüz 1 km’lik yolu isteyen
yürüyerek tırmandı ya da yapılan asansöre bindi. Daha sonra alandan çıkıp, Ljubljana ‘yı dolaşmadan Slovenya’da
ayrılmak olmaz diyerek yolumuzu şehir içine yöneltiyoruz. Arabayı geniş bir
otoparka park ettikten sonra tertemiz sokaklara sahip olan başkentin
sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Yürüdükçe daha da çok yürüyesim geliyordu
çünkü gerçekten tadına doyulmaz bir kentteydik. Ana caddeden çıkıp Preseren meydanında gördük ki her ülkede
mutlaka adından söz ettiren Türkler burada da mevcut. Dönerler, kebaplar, leziz
tatlılar hepsi vitrinlerde turistlerin ilgisini çekiyordu.
İşte tam burada Ljubljana’nın
üç köprüsü çıkıyor karşınıza. Slovenya kartpostallarında veya magnetlerinde
olan Slovenya’nın simgesi olan ejderha köprüsünde içinde bulunduran fotoğraf, 3
kardeşler köprüsü(üçlü köprü) var karşımızda. Bu 3 köprünün ortasından araçlar
tek yönlü geçebiliyor. Diğer ikisi sadece yayaların kullanımına açık. Bu
meydanda bir sürü kafe var. Herhangi birine girip yorgunluk kahvenizi
içebilirsiniz. Biz farklı yapılış ve sunumlarını bize göstermek isteyen garsonu
dinleyerek Türk kahvesi tercih ettik. Farklı olan yapılışı değil de sunumuydu
aslında. Tek bir cezvede sadece 1 kişiye özel kahve pişiyormuş. Yani double türk
kahvesi içiyorsunuz Türkler gibi tek cezve içinde birkaç kişiye kahve
pişirilmiyor.
Sıra havaalanında.
Slovenlerin sularını, ekmeklerini veya yiyeceklerini
Xray cihazından geçiremiyoruz, sadece içerideki marketlerden alım
yapabiliyoruz. Küçücük havaalanında minik bir büfeden aldığımız tost ve çayla
uçağımızı bekliyoruz.
2 saat sürmeyen uçak yolculuğumuzdan sonra merhaba İstanbul.
Yatağımı özledim, ben Bursa’ma kaçıyorum…
Bu da benim Slovenya serüvenim. Umarım keyfimi sizlere de
hissettirebilmişimdir.
Yeni bir yazı da görüşmek üzere, yorum bırakmayı ihmal
etmeyin J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder