3 Mart 2016 Perşembe

 Dağ düşkünlerinin mutlaka görmesi gereken bir ülke; SLOVENYA.

“Dağlar; ruhumu dinlendiren, nefesimi kesen, içimi sevgi ve minnetle dolduran parça…”

2015 yılından asla unutmayacağım bir gezi. Keyifle bir su gibi hızlı okumanız dileğimle.

24-27 Temmuz 2015

Beni yakından tanıyanlar bilir spor, dağ, doğa ve kitap düşkünü bendeniz ÜÇGEzgin grubuyla 2 senedir dağ, taş, bayır ova demeden yürüyorum. Ekibin bir parçası olmak, yeni yerleri genç ruhumuzla keşfetmek çok güzel ve yeni hedefimiz Slovenya dağları.

Ekibimiz 12 kişiyle gece yarısı yolculuğundan sonra Bursa’dan İstanbul Atatürk Havalimanı’na vardı. Keyifli bir yolculuktan sonra Slovenya’nın başkenti Ljubljana Havaalanı’na indik.  Bizleri karşılayan babamın değerli arkadaşı Mladen Grandsk ve oğlu kalacağımız kamp bölgesini birazcık anlattıktan sonra arabalarla oraya ulaşmamızı sağladı.


Zlatorog Kamp alanı Triglav National Park’ın koruması altında olan ve Bohinj gölünün etrafına kurulan, her sabah çadırlarınızdan veya karavanlarınızdan çıkıp eşsiz bir manzaraya baktığınız Sloven dağlarının eteklerinde. Hemen isminin anlamını soruyorum, öğreniyorum ki, Zlatorog ismi Slovenlerin mistik geyiği olarak mitolojide yer edinmiş ve kampın ismi de buradan geliyor. Kalan tüm misafirlerin gölü rahatlıkla kullanabileceği çok sıcak ve tatlı bir suyu var. 750 kişilik kapasitesiyle yerli ve yabancı turistlerin severek tercih etti bir alan. Ayrıca hayvanlarınızla da gelmeniz mümkün. Tarçın’ı (Tarçın Russell), yanımıza alamadığımız için çok üzülsek de bir dahakine onsuz gitmeyeceğimi görmüş oldum.


Kamp alanının websitesi; http://www.camp-bohinj.si/en/

İlk günün yorgunluğu hemen kendini hissettirince çadırlarımızı ıslak olmayan bir yere kurup dinlenmek üzere göl kenarına uzandık. Bu arada biz çadırlarımızı yanımızda getirmedik çünkü kampta temiz ve hazır çadırlar kiralanabiliyordu. Az bir ücret karşılığında çadırlarımızı kiraladık sadece yanınızda mat ve tulum getirmelisiniz yoksa gece soğuk havadan hasta olma riskiniz var.
Göl kenarında o kadar eşsiz bir manzaraya bakıyordum ki gözlerimin içinde bu kadar huzur yoktu daha önce eminim. Fotoğrafların hiçbirinde herhangi bir oynama yok, siz de ne kadar güzel olduğunu görüyorsunuz zaten. Bana hak vermemek mümkün mü ?

Akşam yemeği için yanımıza getirdiğimiz konserveleri ortada birleştirip hep birlikte afiyetle yiyiyoruz ve Türk çayımızı tabiiki de yanımızda getirdiğimiz için gölün güzel manzarasına bakarak zevkle yudumluyoruz.

Sabah hafif nemli ve yağmurlu bir hava karşılıyor bizi. Mladen’in bize hazırlamış olduğu yürüyüş programına uyarak hazırlanıyor ve Bled Kalesi’ni görmek için yola çıkıyoruz. Gölün kıyısında göl yüzeyinden 140 metre yükseklikte, sarp bir kayalığın üzerinde Bled kalesi var. Manzarası da heybeti de muhteşem. İçeride Bled Kalesinin Müzesi var. Çeşitli anlatımlar ve hediyelik eşyalarla bir de minik cafesiyle turistleri bekliyor.






Kalenin tepesinden panaromik bir şekilde Slovenya topraklarını  görüyoruz. Gölün ortasında küçük bir ada ve ada üzerinde eski bir pagan tapınağının yerine kurulmuş St. Maria Kilisesi var. Burada hemen devreye Google giriyor ve öğreniyorum ki 15.yydan kalma ve hikayeye göre  yeni evlenen erkekler adadaki kiliseye çıkan 99 merdiveni eşlerini kucaklarından düşürmeden tamamlayabilirse mutlu bir evlilikleri olurmuş. Anlatması benden, inanması sizden olsun. 

Daha sonra Slap Savica-Savica Waterfall-Savica Şelalesi’ne adım adım ilerliyoruz ve doğa harikası bir yer daha görüyoruz. Hava dünkü gibi güneşli olmasa da biz yine de heyecanlı ve tutku doluyuz. 



Rota Vintgar adı verilen ortasından dere geçen derin bir vadi. Su şırıl şırıl ninni gibi akıp giderken yanımızdan sis bastırıyor ama yine de güzelliği kapayamıyor.






Keyifli gezimizi Mladen'nin sürpriz fikriyle daha da güzelleştiriyoruz. Bizi Polento Sankanje’ye götürüyor. Burası tepeye telesiyejle çıktığınız, aşağıya da bindiğiniz küçük arabalarla kayarak indiğiniz bir yer. O kadar eğlenceli bir kayış ki hızınızı aldınız mı Bled gölüne bakarak aşağıya 1 dk bile olmadan inebiliyorsunuz. Günlük turların içine katılabilen 1 saatlik bir eğlence türü. Sonrasında mutlaka dinlenin ve çimenlerde bizim gibi poz verin J







Ertesi gün artık Triglav dağlarının bir kısmına tırmanma vakti geliyor. Önce kaya tırmanışı var sırada. Hayatımdaki ilk riskli yürüyüşlerimi burada yaşadım. Kaya tırmanışında çok ekipmana gerek duymadık ama çok sert geçişler vardı ve çok dik olduğu için nefesimizi ve tansiyonumuzu sürekli kontrol etmemiz gerekiyordu. Tepeye ulaşmadan verdiğimiz sadece 3 dakikalık molalarda fotoğrafladım bu manzaraları. Bol nefes alarak Karagöl’e ulaştık. Kayanın altında yanımızda getirdiğimiz konserveleri açıp, yemeğimizi afiyetle yedik ve Türk bayrağını gururla dalgalandırdık.






Yarım saatlik bir dinlenmeden sonra yine kocaman bir orman içinde buluyorum kendimi. Kuş sesleri, botların hafifliği, kıyafetlerin serinliği, havanın çiselemesiyle huzur doluyorum. Bir süre sonra sis bastırıyor epeyce ve bir kulübeye sığınmak zorunda kalıyoruz. İçeride iki yaşlı çift bize Sloven çayı ikram ediyor. İçinde ıhlamur, nane, yeşil çay ve onlara özgü ne ararsan var. Sloven rakısı’ndan da tatmadan kulübeden ayrılmıyoruz. Fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmeyen biz, çiseleyen yağmurun hızlanmasıyla yürüyüşümüzü de hızlandırıyoruz. 




Bu sefer daha dik bir iniş ve 1 saat sonra bir kulübe daha karşımızda. Bu kulübeler dağcılar için belli aralıklarla oluşturulmuş dinlenme alanları aslında. Uzaktan bir çiftliği andırıyor derken Slovenya’nın ineklerini de görmüş oluyoruz. İçeride güzel bir tat olan Jabolcni  Zavitek- Apfel Strudel- Apple Pie- Elmalı Turta yiyiyoruz, hele taze inek sütüyle bambaşka bir tada bürünüyor. Üzerinde beyaz olanın tadı süte benziyor ama yoğurt diye yediriyorlar, tadını da bozmadığı için damak zevkimizle uyumlu. Yarım saatlik dinlenmeden sonra dönüş yolunda olduğumuz için hızlı ve dikkatli bir inişle günü kapıyoruz.






Slovenya’dan ayrılmadan önce görülmesi gereken yerlere bir yenisini daha ekliyor Mladen ve bizi önce nefes kesen Korita Mostnice kanyonu’na götürüyor.




























Oradan da Skocjanske Jame-Slovenya Mağarası’na gidiyoruz. 6 km uzunluğunda dünyanın UNESCO tarafından korunmaya alınmış mağaralarından. İçeriye telefon alınmıyor alınsa da fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Büyük bir grupla rehber eşliğinde tek sıra halinde geziyoruz. Zaten geçilecek kısımlar o kadar dar ki yanyana yürümek mümkün değil. Mağara içindeyken ses ekosunu anlamamız için rehber İngilizce şarkı söylemek isteyen var mı diye soruyor ama kimse sesine güvenmiyor derken sevgili babam birden türkü söylemeye başlıyor ve turistlerin ilgisini çekiyor. Ses o kadar güzel ki mağara içi operaya dönüşüyor birden. Keyifli dinletiden sonra yolumuza devam ediyoruz, çıkışa az kaldı J





6 km. bitti ve aydınlığa ulaştık, fotoğraflarımızı çekmeyi ihmal etmedik ve mağara girişine ulaşmak için yürüdüğümüz 1 km’lik yolu isteyen yürüyerek tırmandı ya da yapılan asansöre bindi. Daha sonra alandan çıkıp, Ljubljana ‘yı dolaşmadan Slovenya’da ayrılmak olmaz diyerek yolumuzu şehir içine yöneltiyoruz. Arabayı geniş bir otoparka park ettikten sonra tertemiz sokaklara sahip olan başkentin sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Yürüdükçe daha da çok yürüyesim geliyordu çünkü gerçekten tadına doyulmaz bir kentteydik. Ana caddeden çıkıp Preseren meydanında gördük ki her ülkede mutlaka adından söz ettiren Türkler burada da mevcut. Dönerler, kebaplar, leziz tatlılar hepsi vitrinlerde turistlerin ilgisini çekiyordu.






İşte tam burada Ljubljana’nın üç köprüsü çıkıyor karşınıza. Slovenya kartpostallarında veya magnetlerinde olan Slovenya’nın simgesi olan ejderha köprüsünde içinde bulunduran fotoğraf, 3 kardeşler köprüsü(üçlü köprü) var karşımızda. Bu 3 köprünün ortasından araçlar tek yönlü geçebiliyor. Diğer ikisi sadece yayaların kullanımına açık. Bu meydanda bir sürü kafe var. Herhangi birine girip yorgunluk kahvenizi içebilirsiniz. Biz farklı yapılış ve sunumlarını bize göstermek isteyen garsonu dinleyerek Türk kahvesi tercih ettik. Farklı olan yapılışı değil de sunumuydu aslında. Tek bir cezvede sadece 1 kişiye özel kahve pişiyormuş. Yani double türk kahvesi içiyorsunuz Türkler gibi tek cezve içinde birkaç kişiye kahve pişirilmiyor.





 Kahvenin ardından Ljubljana’yı gezmeye devam ediyoruz. Burada nehir üzerinde bir çok köprü var. Birinde tıpkı Paris’teki gibi kilitler takılı. Köprünün çökme tehlikesini nasıl engelliyorlar bilmiyorum ama görüntü çok güzel. Aşıklar kilitlerini alarak dileklerini de dileyerek burada aşklarını bir kez daha kilitliyorlar. Köprüden sonra biraz daha ilerleyip hediyelik eşya satan bir dükkana giriyoruz, tabiiki her gittiğim yerden mutlaka aldığım magnet ve oraya özel bardak buluyor ve alıyorum.






Sıra havaalanında. 
Slovenlerin sularını, ekmeklerini veya yiyeceklerini Xray cihazından geçiremiyoruz, sadece içerideki marketlerden alım yapabiliyoruz. Küçücük havaalanında minik bir büfeden aldığımız tost ve çayla uçağımızı bekliyoruz.

2 saat sürmeyen uçak yolculuğumuzdan sonra merhaba İstanbul. Yatağımı özledim, ben Bursa’ma kaçıyorum…

Bu da benim Slovenya serüvenim.  Umarım keyfimi sizlere de hissettirebilmişimdir.


Yeni bir yazı da görüşmek üzere, yorum bırakmayı ihmal etmeyin J



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

21 Haziran 2018 Uluslararası Yoga Günü - BURSA 21 Haziran Uluslararası Yoga Günü’nün Bursa programı burada!   13.00 Hatha Yoga’yı s...